Thursday, December 31, 2009

Günün Kararları

1.Şikayet etmicem!
2.Empati empati empati! İnsanlar için (bazılarına sinir bile olsam) genelde iyi şeyler düşünmeye gayret edicem!
3.Nasılsın dediklerinde ya şu oldu üzerine bi de bu oldu uf filan gibi hayıflanmak yerine her şey iyi gidiyor! demeyi tercih edicem.
4.Bir şey olmuyorsa olmuyordur kuralını artık kabul edicem. Zorlamıcam.
5.Geçmişe dair yaşadığım üzüntüleri okulda yaşadığım sınav zamanlarına benzetip, hafif bir tebessümle anıcam. Sonuçta bütünlemeye kalsam da bir şekilde hepsini atlattım!
6.Bir ilişkiye başlamaktan korkmayıp, biraz daha cesur olucam.
7.Ailemi mutlu etmek için sürekli bir şeyler yapıcam.
8.Eğer bir şeyi çok yapmak istiyorsam aklımda kalacağına mutlaka yapıcam.
9.Saç rengimi değiştirmicem.
10.Mesleğimi değiştirmicem.
11.Sürekli bir şeyleri değiştirmeyi düşünmicem.
12.Dışarı çıkıp üstümdeki kıyafetleri beğenmedim diye sadece akşam için alışveriş yapmıcam.
13.Eskiyen Almancam için bir şeyler yapıcam.
14.Gerçekten disiplinli bir blog yazarı olucam.

Wednesday, December 16, 2009

Günün Filmi


Adını çok beğenmiştim ilk gördüğümde,
nasıl biraraya gelmişti ikisi acaba?
İkisi de asperger sendromlu. Birbirlerine aşık oluyorlar.
Hastalıklarıyla uğraşırken bir de aşklarıyla uğraşmaya başlıyorlar. Cadılar bayramında biri Mozart kılığına giriyor biri balina.
İlk kez orda öpüyor Mozart balinayı.

İkisi de anormal ama aşklarını normalize etmeye çalışıyorlar. İzlerken anormal seyler yasadım sanki bazı duyguları ilk kez yaşıyormuşum gibi ya da abarttım. İzledim herkese anlattım.

--- spoiler ---

beni hayal kırıklığına uğratamazsın, çünkü ne olursan ol, tam istediğim gibi birisin.

Thursday, October 29, 2009

Günün Ülkesi


Bir seye cok canım sıkılmıstı. Nurkan da bir gün önce gelsene benimle demisti.
O zaman karar verdim yine terapi zamanı diye.
Hemen internete girdim, bileti aldım.
En sevdiğim şeyi yapmalıyım dedim yine.
Gitmek...
Yağmurlu bir havada Londra'da yürüyebilmem için Pazartesi günü bana vize verir misin İngiliz Konsolosluğu?
Stop.
Sevgiler.
bus stop:P

Sunday, October 4, 2009

Günün Sorunu

Küçükken de böyleydi!
Bir oyuncak görür kafaya takar, alınana kadar yerlere yata yata ağlardım.
Yaş 27! Değişen hiçbir şey yok!
Bir ayakkabı görüyorum, mağazanın önünde kedi gibi bekliyorum. Görevliler belki acır da "tamam gelinnn geçicekkkk bu da !" diye teselli ederler diye. Modası geçicek ondan yani!
Bir deri ceket görüyorum. mağazanın içinde biraz giyip geziyorum, belki birileri gelir de "tamam gelinn geçicekkkkk bu da !" diye teselli ederler diye. Heves yani, geçer di mi?
Ama son zamanlardaki takıntım müthiş. Adam takıntısı!
Evet o adam olucak!
Çünkü etraftaki diğer bütün kızlar mal, onlar beğenmeyip ilgi göstermeyecekler, o adam da sana kalacak!
Oldu nurcummm!
Şöyle biraz daha orta averajda gezinen, seni bağrına basacak, gözleri fıldır fıldır dönmeyen adamları beğensen nolur ha? Sorarım nolur?
İlla bir tarz illa bir cool illa bir traveller olacak!
Ama hayır bu defa bu takıntım beni yenemeyecek! Bunun için biri gelip "tamam gel buraya geçicek" demeyecek! Takıntıma feci taktım!
Ben bunu kendim halledicem!
I'm not afraid of you and will beat your ass man!

Wednesday, September 23, 2009

Günün Markası



TOMS'u keşfedeli çok oldu ama yazmayalı epey oldu!
Sloganları "with every pair you purchase, TOMS will give a pair of new shoes to a child in need!"
Yalan değil cidden yapıyorlar. 2006 yılında Arjantin’deki yoksul çocukları hedef alarak marka olan TOMS Shoes (Shoes for Tomorrow- Yarın için ayakkabılar), satın alınan her ayakkabı için bir tane de alanın adına yoksul çocuklara veriliyor. Hatta inanmam derseniz kendiniz bile götürebilirsiniz.
Çünkü ayakkabı dağıtım işini şimdi gönüllülerle yapıyorlar. Ayakkabı demeyelim ya da bildiğimiz espadril! Eskiden renk renk vardi ben de!
Kimin aklına gelmiş peki bu cin fikir? Blake Mycoskie adlı şeker gibi bir adamın.
Kendisi eskiden bir teknoloji şirketinde yöneticiymiş ve hepimizin bir gün başına geleceği gibi "yeter beee bu kurumsal hayat" diyip Güney Amerika'ya kaçmış.
Kaçış o kaçış. Orada Arjantinlilerin ayağında gördüğü Alpargata adlı ayakkabılardan alıp, rahat rahat gezerken bir sürü çıplak ayaklı çocukla karşılaşınca nur topu gibi bi TOMS projesi doğmuş kafasında.
Friends of TOMS projesi de Blake Mycoskie’nin Arjantin köylerinde geçtiği yollardan geçip, TOMS'ları yardım gönüllüsünün elden vermesini kapsıyor. Ayakkabı bırakma (Shoe drop) organizasyonu olarak adlandırılan haftalık geziye $1.800 veren ve 18 yaşının üzerinde olan tüm gönüllüler katılabiliyor.
Gözünüzle görüyorsunuz yani "evet ben bir TOMS aldım ve bunun karşılığında ihtiyacı olan bir çocuğa da bir TOMS hediye etmiş oldum." diyebiliyorsunuz. Bugüne kadar 10.000 Arjantinli çocuğun ayağı ayakkabılandırılırken, bu sayıya 50.000 Güney Afrikalı çocuk da eklenmiş. Bundan sonra dünyanın her yerindeki çocuklara da ayakkabı götürmeyi planlıyorlar.
Keşke ben de rengarenk TOMS'larımı giyip, onlarla gidip o çocukların dünyasını renklendirebilsem...

Saturday, August 29, 2009

Günün Keli

Erkekler sürekli saç rengini değiştiren kadınlardan hoşlanmıyorlarmış. Yani kafalarında şöyle bir imaj oluşuyor demek ki "bu kadın ruh hastası!"
Eee bir parça doğru bir tespit. Bu nedenle uzak duruyorlar, bu böyle her şeyden bıkar, saçı gibi bizi paçavraya çevirir sıkıldıkça diyorlar herhalde.
Eee bir parça haklılar.
Ben laf dinlemiyorum, nasihat mı asla!. Mutlaka kendim yapıp görmem, o dersi acılar çekerek, yaşayarak almam lazım. Ama sanırım artık akıllanmam lazım.
Bu sefer de turuncu saçlarım, kelliğe adım adım!

Saturday, August 22, 2009

Günün Gezgini






Ben hep giden olmak isterim. Kalan olmayi hic sevmem. Birileri bir yere giderken aklım da onlarla gider.
Giderken bir başarı hissi gelir hep! Bir plan yaptım, başardım ve yine gidiyorum işte...
Tamamını göremediğim bu gezegenin bir kısmını daha harita üzerinde işaretlemek enfes bi duygu! Hep önüme bakarken birden kafamı kaldırıp etrafa bakmak gibi! Ülkelerin beni yormasına izin vermek en büyük eğlencem. Şeffaf kafalı olmak, önyargısız bir şekilde orda gördüğüm herkese kollarımı açıp gel gel yapmak, kocaman gözlerle olana bitene, etrafa bakmak, sıkıcılık ve monotonlukla bir süre için vedalaşmak yine çok zevkliydi! O zaman başlayalım!

1.gün
Bratislava
Uçaktan iniş Hostel filmi korkusuyla doğru tren istasyonuna geçip Viyana'ya gidiş

Viyana
İlk izlenim tipik bir Avrupa şehri. Daha kasvetli beklerken garip bir huzur verdi. Saat 1'e kadar İpek'i bekledim, o sırada şimdiye kadar içtiğim en iyi Vanilya Latte'yi içtim. Klasik müzik çalan tuvalete girdim. Opern Bölgesini tek başıma gezmeye başladım. National Bibliothek ve Mozart Heykeli'nin yanına İpek gelene kadar bir check attim. Californian Maki sushilerimi yiyip İpek'in yanına koştum.
İlkin ve İpek bana 12 saatlik harika bir tur yaptırdılar. Önce yürüyerek şehir turu! Haritadan işaretleye işaretleye ilerleyerek.
Parlement, Neues Rathaus, Burg Theater, PetersKirche, Stephansdom, NeueHofburg, Volksgarten. Sonra sangria ve nachos eşliğinde biraz soluklandık. Ve kocaman şinitselleri yemeye istikamet Figlmüller'e... Biraz sıra bekleyip İpek'le paylaştık şinitselimizi. Yemek sonrası içelim, güzelleşelim modundayız. Ama delice yağmur yağıyor. Koşarak ilkin'in çalıştığı Delia's gidiyoruz ve şampanyalı Aperol'lerimizi beklemeye başlıyorz. İki kadehte kafam iyi oluyor o yorgunluğun üzerine. Sanki yıllardır Viyana'da yaşıyorum. Eve döndüğümüzde bayılarak uyuyorum.
Sabah NaschMarkt'a gidiyoruz geleneksel Viyana kahvaltisini da yapmak lazim. Üzerine de bir vanilya latte ve yine tren istasyonundayım yola çıkmak üzere...

Viyana-Budapeste tren yolculuğu

Trene binince tek başıma bundan daha büyük bir keyif yok herhalde diye düşünüyorum. 1 gün bir şehri keşfedip ertesi gün başka yere geçmek. Harika.
Trenler arası aktarma yaparken şaşkın bakışlarım 2 bisikletçinin şaşkın bakışlarıyla buluşuyor ve birbirimize soruyoruz. Budapeste'ye mi? Cevaplar evet! Biraz sohbet ve ayrılış!

Budapeste
2.gün
Elimde 2 hostel adresi. İnsanlara sora sora aramaya başlıyorum. Hiç bi yerde Hostel yazmıyor. Aynı sokaklardan 4-5 kez geciyorum ama bulamıyorum. Bulduğumda kapıyı açma zahmetini bile göstermeden doluyuz diyorlar.
Hava kararıyor ve panik olmaya başlıyorum. Hemen haritadan görünüşünü beğendiğim bir yer seçiyorum. Domino Top Hostel.
Taksiye atlıyorum ve 10 dakika içinde ordayım. Resepsiyondaki tatli kiza oda istediğimi söylediğimde gülümseyip sadece 1 yatak verebilirim diyor. Oda kaç kişilik peki diyorum 6 diyor sevinçle. Ahh ne güzel tam aradığım gibi hiç tanımadığım diğer 5 kişi ve ben. Ok diyorum isteksizce ve odaya yerleşiyorum. Ama açım hemen dışarı çıkıp bir şeyler yemeliyim derken köşeyi döndüğümde trendeki bisikletçilerle karşılaşıyorum. Memleketten birilerini görmek gibi bir şey. Hadi gel bira içelim diyorlar, ve muhabet de başlıyor. Boston, Samuel Adams, seyahat, meraklı sorular, kahkahalar, ortak nokta çok. Onlar Budapeste'deki tek tanıdıklarım ve koca şehirde yalnızım.
Ertesi gün bulusmak için sözleşiyoruz ve odama gidiyorum. Fransız bir adamla İngilizce bilmediği için tarzanca bir kaç hareketle uyumak, ışık kapatma, Sziget gibi şeyleri tartışıyoruz. Boynumda çantam uyuyakalıyorum.

3.gün
Sabah hostelden kaçarak uzaklaşıyorum odanın kokusu tahammül edilir gibi değil. Budapeste'yi beğeniyorum. Özellikle köprülerini. Hemen Szechenyi Köprüsü yakınlarındaki Intercontinental oteli buluyorum ve bisikletçilerle buluşuyorum. Bana oda ahahtarlarını veriyorlar. Bavullarımı odalarına koyuyorum ve istediğim zaman girip çıkıyorum. Bana niye bu kadar güvendiler acaba?
Tam onlarla birlikte gezicekken bir mesajla yıkılıyorum. "Nur biz gelemiyoruz gökçer'i sınırdan geçirmediler."
Napıcağımı bilemiyorum. Mike ve Brett de öyle. Onlardan ayrilip kendime hostel bakmak için yollara düşüyorum. Eski hostelime geri dönüyorum beni Buda tarafina yönlendiriyorlar. Taksiyle Peste'den Buda'ya geciyorum, Universitas Hostel'e gidip 2 oda tutuyorum. Hala Ufuk ve Erinc gelir belki diye umudum var. Sonunda aksama doğru geliyorlar ve çok seviniyorum. Gökçer Hırvatistan'dan uçakla geri dönüyor, Bahar da o gidene kadar onu yalniz bırakmıyor.
Onları beklerken de Tuna nehrine karşı bir yandan keman dinleyip bir yandan pizza tırtıklıyorum. Tek başına romantizm bu kadar oluyor!
Ufuk ve Erinç'le hayatımda ilk kez striptiz club'a gidiyorum. Ortada dans eden kız sutyenini çıkarıp Erinç'e fırlatıyor. Sonra yanımıza gelip oturuyor. İçki istiyor ama bizimkiler kızı beğenmediğinden mi yoksa cimriliklerinden mi kızı memnun edemeden yolluyorlar. Oradan çıkıp Buda tarafında bizim Otto gibi bir yere gidiyoruz. Herkes dışarıda ayakta takılıyor kızlar şahane erkekler fena değil. Etrafa bakıp duruyoruz. Yine yorulduk, hostele dönüş ve yatış.

4.gün
Ufuk hasta gibi. Biraz mızmızlanıyor. Sabah kahvaltıdan sonra eczane aramaya başlıyoruz ama pazar. İngilizce nöbetçi eczane ne demek? Erinç guardian pharmacy diye bombayı patlatıyor. Artık Sziget'e gidelim geç kalmadan diyip yola çıkıyoruz, hava felaket sıcak. Yarım saat sonra Obudai-Sziget adasındayız. Tam Buda ve Peste arasında bir ada. Elimizde bir harita festival alanında ne nerde keşfetmeye çalıyoruz tabi arada Türklerle de karşılaşıyoruz. Şaşkınız. Şimdiye kadar hiç böyle bir festivale gitmedik. Bir yanda meksika mutfağı bir yanda yorulana Thai masajı bir yanda Blues çadırı bir yanda atlamalı zıplamalı adrenalin aktiviteleri.Sıcak bira yok. Bira kuyruğu bile yok. 1 gün yetmez ki keşke 1 hafta kalabilseydik diye hayıflanıyoruz.
Yükseğe çıkıp kendini bırakıp tutunduğun iple karşıya kayarak geçmek bu festivalde tattığım zevklerden. Diğerleri ise The Doors Tribute ve hafif meşrep atmosferi, ucundan azıcık Squarepusher ve tamaen oraya gidebilmiş olma duygusu!

5.gün
Yine Bratislava
Budapeste'den Bratislava'ya araba yolcuğu. Artık dönüşe az kaldı. Bir benzin istasyonunda karşılaşılabilecek en iyi cafe ve tuvaletlere girdikten sonra Bratislava'dayiz. Ben de bu 5 güne 3 ülke sığdırmayı başardım işte. Avusturya-Macaristan- Slovakya. Bratislava'da beklediğimden daha şirin bir şehirle karşılaşıyorum bi de Baharla :) Sonunda orada buluşabiliyoruz.
Yine çok sıcak ve yine gezmek istiyoruz. Blue church çok meşhurmuş hadi bulalim diyoruz. Bulduğumuzda pasta gibi bir kiliseyle karşılaşıyoruz. İnsanın yiyesi geliyor. Şimdiye kadar gördüğüm en sevimli kilise. Yine cafelerde oturup biralarimizi iciyoruz çünkü orada zaman çok yavaş geçiyor. Erinç beni kıskanıp kendine bir defter alıyor, anılarını yazmak üzere. Daha 4. cümlede sıkılıyor.

Uçak 2 saat rötarlı. En kötü haber bu sanirim çünkü yarın iş var. Sabah 05.00'te İstanbul'da olucam anlamına geliyor bu. Cidden de öyle oluyor.
Boğazım da ağrıyor.İse gidemeyecek halde olduğumu anlayıp haber veriyorum ve yatağımın başında asılı haritaya bakıp tekrar uykuya dalıyorum.

Friday, August 14, 2009

Günün Backpacker'ı!

Budapeste'deyim. Zar zor bi oda bulduktan sonra trende tanistigim amerikali arkadaslarimla
bira ictim.simdi odamdayim diger tanimadigim 5 kisiyle sadece 1 fransiz var gerci su an fikra gibi bi oda. Bi fransiz bi turk 3 macar diye uzayip gidiyoo. Viyana cok iyi gecti ipek ve ilkin sayesinde! Detaylar soon!

Wednesday, August 12, 2009

Günün Heyecanı

Yok olmadi bi turlu uyku tulumu kocaman sirt cantasina sigmadi
Cok agir oldu ama aslinda icinde hicbisi yoktu!

Bavulumu aldim metalik minik olani!
Sirt cantasi yasini gectin dedi babam
Annem yine bak dikkat et bisey verirlerse yolda filan bi de domuz gribi var allah korusun fix laflarini ettikten sonra vedalastik!
Havaalanindayim!
Karsimdaki kiz cantasini bosaltiyo
Adam uyuyakalmis karisi sandigim kisi ceketiyle adamin ustunu orttu
Hayvan gibi hizli almanca konusan gurbetciler etrafta bolca
Yanimdaki kiz oksuruyo killandim kalkip baska yere geciyim ben!

Günün Rotası


Yolculuk akşam başlıyor!
işte rotamız! Üzerine tıklayın büyüsün!

Monday, August 10, 2009

Günün Yolcusu


Annem diyo ki herkeste tam tersi olur, senin yaşın ilerledikçe sen daha çok gitmek istiyosun!
Doğru!
Yine gidiyorum!
Önce bratislava! Ordan bi aksilik olmazsa Viyana ordan da Budapeste ve Sziget Müzik Festivali!
Cumartesi gokcer, bahar, ufuk ve erinc'le bulusucam. Bu da demektir ki persembe ve cuma yalnizim.
Sirt cantam ve ben basbasa romantik 2 gün gecirebilecek miyiz?
Sürpriz konuklarımız olacak mı?
Neler yenilecek, içilecek?
Nelerden bahsedilecek?
Yepyeni nereler görülecek?
Backpacker macerası başlıyor, update günü Perşembe...
Takip edin!

Thursday, July 2, 2009

Günün Sapığı


Özünde iyi bir insan inanıyorum.
Yani tecavüzcü coşkun kadar irrite etmiyor insanı.
En azından daha bir hijyenik görünüyor.
Niyetini baştan belli etmiyor, kaba kuvvete başvurmuyor.
Hem zaten kadınlar aslında kötü adamları seviyor.
Kandıran, kötü davranan, sinsi, tuzağa düşüren adamlara bayılıyor.
Çekip gittiklerinde sürünüyor.
E o zaman Nuri'nin ne suçu var?
Zaten en sevilen repliği ne???
"SEN DE İSTEDİN KAHPEEEEE!"

Friday, June 26, 2009

Günün Anısı


Beyaz corapları, kısa paca pantolonu, pullu eldivenleri ve moon walk dansıyla tam bir orijinalite!
Şarkıları, evrensel mesajlarla dolu şarkı sözleri ve sahne sovlarıyla king of the pop!
Köyde yasayan birine sorsanız bile tanınacak bir isim!
Estetikten deforme olmuş bir burun!
Oksijen çadırından dolayı değişen bir ırk!
En çok fotoğrafı çekilen kişi!
Konserlerine en çok insan gelen kişi (20 milyon)
Bir reklam sözleşmesinden en çok para alan kişi (pepsi'den 1 milyar $)
Bir de Barış Manço ölünce böyle üzülmüştüm!
Hüzünlü bi vukuattır,
kişinin büyüdüğünü anladığı andır!

Thursday, June 18, 2009

Günün Karın Ağrısı


Bi arkadasim geldi hafif uzuntulu, dedi ki:
-Eski sevgilim evleniyormus!!!
Direk beynimde flashback basladi, eskiler cesitli dugunlerde, cesitli karelerde hayal edildi, sonra gercek yasama geri donuldu.
-Arkadaslarini topla dugune git, her turlu hayvanligi yap dedim.
Gulduk, en azindan biraz keyfi yerine geldi.
Sonra ben neler yapmak isterdim dusundum. Tabi adamina gore degisiyo durumlar.
Bazisi kardesim gibi sahidi bile olurum, sarkisi da var hazir!
Bazisi bu blogta yorum almayi hak etmiyor ne bok yerse yesin!
Bazisi hangi aptal kiz onunla evlenen? sorusunu sordurur sadece!
Bazisi evlense keske artik benden umudu kesse kivamindadir!
Onune gelenin evlendigi ve evlenenlerin yarısının boşandığı yarisinin da mutsuz oldugu su donemde aslinda hiç de o kadar üzülünülesi bir olay değil. Ha ama yok eski sevgilinizde eşek şansı vardır da geriye kalan o yuzde 1`lik mutlu mesut bi yastikta kocayan tayfadandir o zaman yapılabilecek hic bir şey yok! Tek care kosun siz de evlenin! Ama dikkat edin de sansiniz bol olsun!Yine bir okuze denk gelmeyin!Ha bi de facebook`a konan eski sevgili dugun fotolarini kurcalamayin!Hayir gerek yok yani!

Wednesday, June 3, 2009

Günün Masalı

Bir sonraki leziz yemeyi bulmak disinda baska bir amac gutmeden ordan oraya seyahat etmek cok mu zor? Ya da sirf kulagina hos geliyo diye yeni bir dil ogrenmeye hic mi zaman yok? Ya da haftaici gunun tam ortasinda tam gunesin altinda bahcedeki o hamakta sekerleme yapmak imkansiz mi? Yani uzunn suredir suratimda gormedigim o yuz ifadesiyle kalorilerine aldiris etmeden sebzeli lazanya ve yogurtlu dondurmayi hupletip o harika melodili italyanca sinifima gitmek ve sevimli serseri italyanca hocamdan italyanca ogrenmeye calisip daha sonra verdigi odevleri bir ust katta oturan yasli italyan komsumun telefon konusmalari sirasinda yaparken guzelim bahcemde uyuyakalmak istiyorum sanirim, ama hemen uyanip hazirlanmaliyim ki giovanni aksam vespasiyla geldiginde yuzumde hamak izleri olmasin!

Tuesday, June 2, 2009

Günün Peyniri ıyk!






Beni tanıyanlar bilir. Peynirden tiksinirim!
Özellikle beyaz peynir! Niye dünyada var hep merak ederim!
Bu yüzden bana çok şaşıranlar var.
Bir de onların dışında daha acayipleri var.
Bunlar İngiltere'de yaşıyorlar ve her sene Mayıs ayının 25'inde bir peynirin peşinden dağ bayır koşup onu yakalamaya çalışıyorlar. Ama bu peynir öyle sıradan bir peynir değil.
3,5 kiloluk bir Double Gloucester Cheese.
Kolunu, bacağını kıranlar, yaralananlar bütün bunlar sadece bu peyniri kazanmak için.
Ben de olsam katılırdım.
ama kesinlikle peynir için değil tamamen şebekliğe hizmet etmek için!
No cheese just adrenalin!

Friday, May 29, 2009

Günün Şehri






Ota boka para verdim denir ya aynen öyle oldu!
İnsan bir müze gezer, ilk kez böyle oldu.
Halbuki gitmeden önce plan yapmıştım.
Van Gogh gezilmeli, sex müzesine gidilmeli, belki Anne Frank’in evi görülmeli!
Noldu?
Kendimizi kaybettik.
Bütün paramızla mantar yedik.
Bir poşete aşık olan mı istersiniz, tuvalet kağıdıyla konuşan mı?
Yoksa delirdiğini düşünenle kolkola gezen bay güzel olmalıyım mı?
Ya da konuşamayıp sadece ağlayan bi de bizden korkup yanımızdan kaçan mı!
Hepsi bizim grupta mevcuttu.
İsmini, ünlü şair Joost van der Vondel’den alan ve şehrin en büyük parkı olan Vondelpark’a yerleştik, bütün halüsinasyonlarımızı orda gördük.
Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında’yı bu kafayla yazmış anladık.
Amsterdam’ın en turistik ve kalabalık bölgesi Leidseplein’de kaldık. Bu meydanda bir sürü kafe ve coffeeshop var. Ayrıca etrafta çok şeker sokak müzisyenleri görmeniz de mümkün.
Kısaca aklımda kalanlar (hatırladığım kadarıyla)
Bir adam kendini maymun sanıyordu ve direğe tırmanıyordu. Herkes ona bakıp sadece gülüyordu.
Herkes güzel giyiniyordu.
Kızlar rengarenk bisiklet ve vespalarına topuklu ayakkabılarıyla biniyordu.
Vitrinde vücudunu sergileyen orta yaşlı ve koca memeli kadınlar bile müşteri bulabiliyordu.
Coffeshop’a gelen polis, adamları marijuana içtikleri için değil başka bir nedenden dolayı sessizce tutukladı.
Şehri baştan aşağı 10 kez yürüdüm, bacaklarım durmak istemiyordu.
Bisiklete bindim. Bir köpeği ezmek üzereyken köpeğin sahibi sadece gülerek “these are the brakes” dedi.
Bütün yollar ve etrafındaki kanallar birbirinin tıpatıp aynısıydı.
O meşhur patates, normal patates kızartmasıydı.
Hava gerçekten Mayıs ayı için çok soğuktu ve hava kararmak bilmiyordu.
Gözlerini bir noktaya dikip bakan adam hayatın anlamını çözmüştü.
O kadar özgürlüğe rağmen Amsterdam’ın bi garip hüznü ve içe dönüklüğü vardı.

Alice: Deli insanların arasına gitmek istemiyorum.
Cheshire Kedisi: Bunun sana pek bir yararı yok. Hepimiz burada deliyiz. Ben deliyim. Sen delisin.
Alice: Benim deli olduğumu nereden biliyorsun?
Cheshire Kedisi: Öyle olmalısın. Öyle olmasaydın buraya gelmezdin.
Alice: Buradan gitmek için bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misin?
Cheshire Kedisi: Nereye gitmen konusunda iyi bir anlaşmaya bağlı bu.
Alice: Neresi olduğunun önemi yok!
Cheshire Kedisi: O zaman hangi yol olduğunun da bir önemi yok.
Alice: Sonunda herhangi bir yere varsın da.
Cheshire Kedisi: Elbette varacaksın. Eğer yeterince uzun yürürsen...

Tuesday, April 21, 2009

Günün Kanunları

Murphy Kanunları'nın temeli şu söze dayanır:
"Eğer bir işi halletmek için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir."

Yani ters gidebilecek her şey ters gidecektir. Kısaca kaos, düzenden daha olasıdır.
peki kim bu Murphy?
O bir kaptan. Kaptan Murphy 1949'da; insan bedeninin en fazla ne kadar ivmeye dayanabileceğini bulmasını sağlaması gereken, U.S. Air Force'un roket nakliye programı için mühendis olarak test alanında bulunuyormuş. Çok pahalı olan bu deney sırasında denek üzerine 16 adet ölçüm cihazı bağlanmış. Birisinin tüm cihazları yanlış bir yöntemle bağlaması, deneyin başarısız olmasına yol açmış. Bu deneyim Murphy'nin temel kanununu oluşturmasını sağlamış.

Genel kurallar
Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir.
Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.
Bir şeyin olma olasılığı, istenme olasılığı ile ters orantılıdır.
Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır.
Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.
Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi.
Ne kadar beklersen bekle istendiği zaman gelecektir.

Hayatımdan örnekler
Ne zaman banyoda olsam telefonum çalar.
Bugün çok güzel giyinicem dediğimde kararsızlıktan hep kötü giyinirim.
Saçim çok kötüyken hep karşılaşmayi istedigim biriyle karşılaşırım.
Sigara dumanı hep bana doğru gelir.
Beğendiğim çocuğun kesin kız arkadaşı olur. Ya da onun arkadaşı benden hoşlandığı için hiç bi bok olamaz!
İstediğim bir şeyin olmasına ramak kala o iş olmaz. Hevesim kaçınca bir bakmışım olmuş.
Sabah boş boş oturursam akşama doğru müşteriden kesin revizyon gelir akşam işten çıkamam.
Tam o aradığında şarjım biter.
Bugün ince giyiniyim dün çok sıcaktı dediğimde hava hep soğumuş olur.
Artık tatlı yemicem biraz zayıflıyım dediğim an yemekte şahane bir tatlı çıkar.
Markette kasada sırada beklerken kesin birinin kredi kartında sorun çıkar.
Eskiden sınavlarda buradan sormaz diye çalışmadığım yerden kesin soru çıkardı mesela.
ya da zımba teli mutlaka basacağım zaman bitmiş olur.
Yanıma ağrı kesici almazsam başım çatlar ağrıdan o gün.
Bütün gün facebook açmamışsam 2 dakika açtığımda arkamdan üst düzey biri geçer!
Acil print alacağım sırada printer'a kağıt sıkışır.
Uzun süredir izlemeyi ertelediğim bi filmi izlemeye kalktigimda cd calismaz.
Daha dün akşam oldu. Mutfağa gittim çorbayı döktüm annem dikkat et demeye başladıkça her şeyi dökmeye başladım.
Paketi açtım bisküviler yere yuvarlandı. Dolabı açtım kenarda duran bir tabak devrildi.
Teyzemler ve kuzenler hep en yoğun olduğum hafta gelir.
Bu sefer satmazsın herhalde Nur diye yapilan programlarda muhakkak yine işim çıkar.
Kavonozu zorlarim zorlarim hep başkası açar.
Kırk yılda bir dağa giderim sisten kayılmaz göz gözü görmez!
Eve bir şey sipariş ettiğimde o sipariş mutlaka ben tuvaletteyken gelir!
evde yemek yoksa eve giderim evde şahane yemek varsa dışarıda programım olur.
uff say say bitmez ama en komiği ekşi sözlük'ten !

-iç çama$ırımı deği$tirsem mi? ulan s.ret. kim görücek 2 dakikada. ( bi elvis görmedi bugün zaten.ulan yoksa öteki tarafa da mı malzeme olduk?? )

- çoraplarımı deği$tirmem gerekiyor mu acaba.ya kim görücek ki? bo$ver. ( kodumun ayakkabısını en az 10 kere niye çıkarmak zorundaydım ki !! sonuncuyu da sayarsak 11 hatta )

- niye kalmaya niyetlendi ki bu kız $imdi. prezervatifte yok iyi mi? ulan zaten vermio bugun mü verecek ? ( .... bi$i derdim ya $imdi neyse )

donunu murphy'nin kafasına geçir, çoraplarını ona yedir ve korunmasız bi $ekilde murphy'i .......!

Thursday, April 9, 2009

Günün Grevi





Manavgat'a bağlı Sırt Köyü kadınlarının çektikleri susuzluk canlarına tak etti ve boruları tamir etmeyen tembel kocalarını harekete geçirmenin en iyi yolunu buldular.
Vajina grevi!
Evet kocaları boruları tamir edene kadar onlarla seks yapmayacaklardı. Çünkü su yoksa seks de yoktu!
Bu yaptıkları eylem dünya basınında çeşitli başlıklarla yer aldı. İşte onlardan bazıları:
* BBC: "Türk kadınlarından etkili protesto "
Türkiye'nin güneyinde oturan bir grup köylü kadının uygulamaya başladığı bu yöntem büyük ilgi çekti. Köylerine su gelmemesinin sorumlusu olarak kocalarını gören ve seks grevine başlayan köylü kadınların protestosu yakın zaman içinde diğer ülkelerdeki hemcinslerine örnek olabilir.”
* CBS: "Yatak odasında grev "
İçme suyuna hasret Antalyalı köylüler susuzluğun faturasını kocalarına kesti. Çamaşırlarını bile yıkamayan kadınlar evlerinden temiz su akana kadar kocalarını seksten mahrum edecekler.”
* Blick Gazetesi (İsviçre): "Susuzluk seksi bitirdi" 
Antalya'nın Sırt Köyü'nün erkeklerinin inşaat konusundaki yeteneklerini bir an önce kanıtlayarak köyün su şebekesini tamir etmeleri gerekiyor yoksa eşleriyle ömürboyu seks yapamayacaklar.”
Bir gazetede bu haberlerden birine rastlayan Alman yönetmen Veit Helmer, daha iyi konu mu olur diye hemen kolları sıvadı ve senaryolaştırması için kafasındaki fikri daha önce Emir Kusturica’nın “Çingeneler Zamanı” ve “Kara Kedi, Beyaz Kedi” filmlerini yazan Gordon Mihic’e emanet edip, filmi çekmek için Azerbaycan'da minik bir köy ve birbirinden stilize oyuncular buldu. Detay vermek gerekirse oyuncular film setinin dışında bol bol seviştiler hatta filmden sonra evlendiler.
Helmer’in filmde esas üzerinde durduğu konuysa grevden olumsuz etkilenen genç çiftln düştüğü trajikomik durum oldu. Temelko ve Aya 18 yaşında ilk kez birlikte olacaklari günü iple çekerken Temelko’da bu grevden nasibini aldı ve yıllardır beklediği bu özel gün için canla başla su borularını tamir etmeye çalıştı. Sonunda azimle duvarı delmeyi başardı ve köyü susuzluktan kurtardı. Artık su da vardı seks de…
Peki neden bunu diğerleri değil de Temelko yaptı? Bunun cevabı bir soruda saklı.
En son ne zaman bir şeyi ilk defa yaptınız?

Monday, April 6, 2009

Günün Meleği




Sürekli kötülük yapan bir insanın başına gelebilecek en kötü şey nedir?
Melek olmak!
Etrafına pislik saçıyor.
Aklından sürekli kötü şeyler geçiyor.
Bencil!
Bir sabah duş aldıktan sonra aynaya baktığında sırtındaki iki küçük şeyi fark ediyor ve anlam veremiyor.
Oysa o yavaş yavaş bir melek oluyor.
Ne kadar saklamaya çalışsa da kanatlar gitgide büyüyor büyüyor ve onu kontrol etmeye başlıyor.
Birdenbire ortaya çıkan bu kanatlar ona, kötü doğasına aykırı işler yaptırıyor.
Gözünden yaş geliyor, iyi şeyler yapmak zorunda kalıyor.
Bir de bunu kendine yediremeyip iyice deliriyor.
Kanatlarını bantla, zincirle saklamaya çalışıyor ama nafile.
Sonunda kendini, kanatları ele geçirip meşhur olmaya çalışan doktor ve bar sahibiyle kavga ederken buluyor. Aslında o kanatlarıyla ya da diğerleriyle değil ruhuyla kavga ediyor.
Bir de aşk var tabii.
Barın sahibinin sarışın güzel karısı. Karısını barın sahibinden kurtarmaya çalışırken belki de ilk kez bir kadını öpüyor o kanatlar sayesinde. Bir nevi aktarmalı uçuş.
Sonra kanatları kesip atmaya karar veriyor. Başarıyor da. Bar sahibi hemen bu mucizevi kanatlara göz dikip kendi sırtına dikiyor onları. Sonra da bütün şehirde uçup diğer bütün barları bombalıyor daha çok para kazansın diye. Evet zengin oluyor ama kanatlar kimsenin kötülük yapmasına izin vermez. Kural bu!
Bu arada bar sahibi karısını artık kanatları olmayan melekten geri almaya da kararlı. Ve erkek dediğin kadını için kavga eder sahnesi başlıyor. Bu sahne tam olarak melek ve şeytanın savaşı. Ve tabii yine kötüler kazanıyor.
Ama bitmedi. Devreye enfes bir metoforik anlatım giriyor ve ölen iyi karakter kötünün içinden hayata tekrar doğuyor. Finalde bir yatak, güneşli bir sabah, cıvıldayan minik bir kuş ve öpüşen bir çift var. Filmde tek tek elle çizilmiş muhteşem Bill Plympton kareleri var. Film Festivali başladı, festivalde Ahmaklar ve Melekler var. E daha ne olsun?
http://www.idiotsandangels.com/

Monday, March 30, 2009

Günün Yüzü


Harika bir fikir bu! İnsanları sokakta durdurup sence yüzün nasıl? diye sormak.
İnsan önce sen de kim oluyorsun? der. Birden samimi düşüncelerini hiç tanımadığı birine anlatmak istemez.
Yüzünü beğenmese de fena değil demek ister. Allah böyle yaratmış bana sorgulatmak sana mı düşer diye sinirlenir.
Bari fotoğrafımı çekmeyin der. Böyle yapmamışlar işte. Güzel güzel cevaplamışlar. Samimi, gayet cool keşke daha güzel olsaydım diyenler var! Fazlasıyla iyi bir suratim var diye kendiyle övünenler var.
Simon Hoegsberg New York'ta çıkmış sokağa sormuş, fotoğraflamış, yayımlamış.
Zaten ne varsa New York'ta var!!!

http://www.simonhoegsberg.com/faces_of_new_york/index.htm

Friday, March 20, 2009

Günün Hediyesi




Sandman’in yaratıcısı, masal dahisi, hayalgücünü miras bıraksa bana keşke dediğim Neil Gaiman'ın asistanı lorraine böyle bir liste yapmış. Geri sayım yaparsak...

10. Yiyecek
Eğer bu işi profesyonel bir şekilde yapmıyorsanız bu işe sakın kalkışmayın demiş Lorraine. çünkü çocukluğumuzdan beri yabancılar sna eğer şeker vermek isterse sakın alma diye büyütüldük. Yiyecek yerine şarap gönderin, viski gönderin daha çok makbule geçer diyoooo!

9. Papaya
Tamam bu bizim ülkeden gönderilebilecek bir şey değil zaten. bunu pas geçiyorum. Mango gönderin daha iyi demiş Lorraine zaten.

8.Gelecek ay olacak bir etkinliğe davetiye
Eğer business class bir uçuş, bir tatil filan değilse bu etkinlik yazarım gelecek ayı muhtemelen dolu olacaktır. Boşuna uğraşmayın diyor Lorraine. Çünkü yazarların yazmaktan başlarını kaldırmalarını sağlayacak bir etkinlik düzenlemeniz gerek. Hadi düşünün bakalım!

7.El yazısıyla yazılmış mektuplar
Küçük notlara diyecek bir şey yok ama uzun uzun yazılmış ve okunmayan yazıları kimse okumak istemez diyor kendileri.
E haklı. Yazacaksan da okunaklı yaz diyoo.

6. 10 sayfayı geçen mektuplar
Ne söylemek istiyorsanız kısa kesin diyor yine. Lorraine belli çok çekmiş bu mektuplardan. Zaten sevdiğiniz yazar yeterince meşhur bi de gün içinde aldığı mektupları düşünün e burdan kendi mektubunuzun okunma oranını hesaplayın. Zaten ne demişler less is more!

5. Siyah kağıda gümüş rengi kalemle yazılan mektuplar

Lorraine'e şu an acıdım cidden. Asistan olmak ne zormuş. Neil de bütün mektupları okutuyormuş galiba zavallıya.
Bu mektuplar çok cool diye düşünüyor olabilirsiniz ama öyle değillerrr işte!

4. Üzerinde kan izi olan herhangi şeyler
Bu maddeyi yazarımızın sapıklarına ithaf etmiş sanırım.

3. Gönderip sonra ona tekrar geri göndermesini istediğiniz şeyler
Mesela bunu imzalar mısın buna adımı yazar mısın hetete hötötö gibi şeylere de feci kıl Lorraine.

2. Bu maddde gönderebileceğiniz ve onlara yararlı olabilecek şeylerin bir listesi var.
Siyah çorap mesela kim olursa olsun ihtiyacı vardır her yazarın diyor
Minik oyuncaklar
eski cool kitaplar
sushi
post-it
kalem gibi şeyler

1. Kum
Tabii adam sandman'in yaratıcısı olunca herkes ilk aklına gelen şeyi kumu alıp yolluyor. Lorraine'in masası kum içinde! Yollamayın kardeşimmm!

Wednesday, March 18, 2009

Günün Sandwichleri





İnsanlar değişik değişik projeler üretiyorlar oturdukları yerden!
insanın aklına gelmez ben çeşit çeşit sandwich yapıyım da sonra o sandwichleri scan edip internette
insanlari acıktırıyımm! Salamlı, hardallı, peynirli, rokforlu, zeytinli, mantarlı, mısırlı, ketçaplı, mayonezli, kepekli, çavdarlı, yeşillikli, sebzeli birçok sandwich, olmuş scanwich! Malzemeden kaçmamışlar ara ara bakın, ilham alın diye! Ben çocuk kitabım için aldım bile! Bay sandviç'in maceralarııııı!
http://scanwiches.com/

Friday, February 27, 2009

Günün Elbiseleri



Phillip Toledano
bir İngiliz. Ama New York’ta yaşıyor ve hem sanat yönetmenliği, hem fotoğrafçılık yapıyor. Zaten fotoğraflarında ajans tecrübesi olduğu belli. Ben hiç bu kadar güzel balonlu elbiseler görmemiştim.
diğer işleri için
http://mrtoledano.com/index.html

Thursday, February 19, 2009

Günün Botları



Herkesin ayağında ugg boots!
Halbuki Valenkiler daha tarz daha şirin! Hem de halka hitap ediyor çünkü onlar keçeden yapılıyor. Ruslardan hiç beklemezdim ama 18.yüzyıl sonlarında Nijhegorodskaya (isme bak) yakınlarında yapılan bu botlar hemen Rus kültürü ve giyim tarzının vazgeçilmezi olmuş
Neden? çünkü hem çok sıcak tutuyor hem de topuklu ayakkabının üstüne bile giyilebiliyor. Var mı böyle bir buluş yani?
Sonunda ugg'lara ve yağmur çizmelerine bir rakip geldi! Hemen almak istiyorum hemen!

Friday, February 6, 2009

Günün Kabiliyetsizi

Güney Kore’de 68 yaşındaki tonton bir teyze, ehliyet sınavını 771. kez de geçememiş ve eğer bir gün sınavı kazanırsa kendisine plaket verilecekmiş! Gerçi bazen düşünüyorum Nurkan bile araba kullanıyorsa ben de kullanırım diyorum ama
bir kere kaldırıma çıkmam, bi de 4x4 motor'u devirmem filan bunlar gidişatımın bu Koreli'ye benzeyeceğini gösteriyor!!!
Bu Koreli teyze 2005’ten bu yana neredeyse her gün ehliyet sınavına giriyomuş.
Ehliyet sınavlarını denetleyen polis Çoi Yong Çeol, hırslı teyzenin asla umudunu kaybetmediğini belirterek, "Rekor onda. 772. defada başarıp başaramayacağını merak ediyorum" demiş hatta.
Başka bir polis de Ça teyzenin sınavdan geçemediğini her gördüğünde yıkıldığını, sınavı geçtiğinde ona plaket yaptırıp vereceğini açıklamış hahaha=)

Wednesday, February 4, 2009

Günün Beceriksizi


Şimdi!
Şöyle sölimmm beni çok hor gördüler. Çünkü ben böle havada uçan kaçan arkadaşlarla gittim
3.gidişimde de pes dedim, pes ettim!
İlk denememde hoca pek başarılı değildi. "Yuh kıza bak hocaya bok atıyooo" demeyin.
Snowboardda lisans diye bir şey olmadığı için önüne gelen board öğretebiliyomuş.
Ama öğretmenin de bir sürü tekniği varmış. Mesela boardda bel kullanmak çok önemli olduğu için sırtına bir baton koyuyorlarmiş
ve bu batonu düşürmeden kaymanı istiyorlarmış. Batonla sağa dön, sola dön gibi.
Bak bak tekniklere bak!
Hadi benim ilk hocanın bunlardan haberi yoktu peki ya ikincisinin? Ben öyle kendi kendime takıldım.
Gönüllü yardımsever arkadaşlar gösterdi biraz ama boardcuların zamanı çok değerli çok durmazlar öle yanınızda.
"hadi nur sen rollerblade yapan kızsın pes etme" dediler
bazıları bağırdı, çağırdı onlar kendini bilir
bazılarının yepyeni boardunu çizdim sesleri çıkmadı :P
Ama demediler ki mesela "Nur boardda en önemli şey aslında ayakkabıdır."
"Doğru ayakkabı olmazsa hiçbir şey yapamazsın." mesela!
Ya da demediler ki "bu board durduğu yerde durmuyor, sen dursan bile kendi gidiyor, en ufak hareketinde topuğunu hayava kaldıracaksın ya da parmak ucuna basmaya çalışacaksın ki düşmeyeceksin."
Ama ben düşe kalka pes ettim. Tamam çok cool!
Boardcuların arasındaki dayanışma kayakçıların bireyselliğinin yanında çok cazip filan.
Daha yardımseverler düştün mü hemen bir boardcu gelip yardım ediyoo, Kayakçılar gibi burnu havada değiller.
Ama ben kar sapanını seçiyorum ve haftaya gidip kayağa başlıyorum!!! Ufff!

Monday, January 26, 2009

Günün Metin Yazarı



ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın yemin töreninde yaptığı konuşmanın metni 27 yaşındaki bir genç arkadaş tarafından yazılmış. Adı Jon Favreau
Beyaz Saray’daki metin yazarları arasında en gençleri olan Favreau, bundan 4 yıl önce Demokrat başkan adayı John Kerry ile çalıştığı dönemde şans eseri keşfedilmiş.
Obama’nın konuşma metinlerini hazırlayabilmek için 2004’ten bu yana çok sıkı çalışan Favreau, 2003’de Holy Cross Üniversitesi’nden mezun olmuş. Favreau’yu, iletişim uzmanı Robert Gibbs “mükemmel bir yazar” olarak Obama’ya tavsiye etmiş. Favreau, 2005’te Senatoda Barack Obama için çalışmaya başlamış ve 2007’de de Obama’nın seçim kampanyasına başyazar olarak katılmış.
Barack Obama’nın üst düzey danışmanı David Axelrod, Favreau için “Barack, kendi kelimeleri üzerinde otorite sahibi olunması bakımından herkese güvenmez, ancak ona güvenir” ifadesini kullanıyormuş.
peki bizden biri (genclerden) başbakanimizin konuşma metinlerini yazsa "ananı da al git" gibi ifadeleri kendi mi araya serpiştirmeli yoksa küfür hakaret doğaçlamalarina açık metinler mi yazmalı???Bilemedim!

İşte o konuşma
My fellow citizens: I stand here today humbled by the task before us, grateful for the trust you've bestowed, mindful of the sacrifices borne by our ancestors.

I thank President Bush for his service to our nation -- (applause) -- as well as the generosity and cooperation he has shown throughout this transition.

Forty-four Americans have now taken the presidential oath. The words have been spoken during rising tides of prosperity and the still waters of peace. Yet, every so often, the oath is taken amidst gathering clouds and raging storms. At these moments, America has carried on not simply because of the skill or vision of those in high office, but because we, the people, have remained faithful to the ideals of our forebears and true to our founding documents.

So it has been; so it must be with this generation of Americans.

That we are in the midst of crisis is now well understood. Our nation is at war against a far-reaching network of violence and hatred. Our economy is badly weakened, a consequence of greed and irresponsibility on the part of some, but also our collective failure to make hard choices and prepare the nation for a new age. Homes have been lost, jobs shed, businesses shuttered. Our health care is too costly, our schools fail too many -- and each day brings further evidence that the ways we use energy strengthen our adversaries and threaten our planet.

These are the indicators of crisis, subject to data and statistics. Less measurable, but no less profound, is a sapping of confidence across our land; a nagging fear that America's decline is inevitable, that the next generation must lower its sights.

Today I say to you that the challenges we face are real. They are serious and they are many. They will not be met easily or in a short span of time. But know this America: They will be met. (Applause.)

On this day, we gather because we have chosen hope over fear, unity of purpose over conflict and discord. On this day, we come to proclaim an end to the petty grievances and false promises, the recriminations and worn-out dogmas that for far too long have strangled our politics. We remain a young nation. But in the words of Scripture, the time has come to set aside childish things. The time has come to reaffirm our enduring spirit; to choose our better history; to carry forward that precious gift, that noble idea passed on from generation to generation: the God-given promise that all are equal, all are free, and all deserve a chance to pursue their full measure of happiness. (Applause.)

In reaffirming the greatness of our nation we understand that greatness is never a given. It must be earned. Our journey has never been one of short-cuts or settling for less. It has not been the path for the faint-hearted, for those that prefer leisure over work, or seek only the pleasures of riches and fame. Rather, it has been the risk-takers, the doers, the makers of things -- some celebrated, but more often men and women obscure in their labor -- who have carried us up the long rugged path towards prosperity and freedom.

For us, they packed up their few worldly possessions and traveled across oceans in search of a new life. For us, they toiled in sweatshops, and settled the West, endured the lash of the whip, and plowed the hard earth. For us, they fought and died in places like Concord and Gettysburg, Normandy and Khe Sahn.

Time and again these men and women struggled and sacrificed and worked till their hands were raw so that we might live a better life. They saw America as bigger than the sum of our individual ambitions, greater than all the differences of birth or wealth or faction.

This is the journey we continue today. We remain the most prosperous, powerful nation on Earth. Our workers are no less productive than when this crisis began. Our minds are no less inventive, our goods and services no less needed than they were last week, or last month, or last year. Our capacity remains undiminished. But our time of standing pat, of protecting narrow interests and putting off unpleasant decisions -- that time has surely passed. Starting today, we must pick ourselves up, dust ourselves off, and begin again the work of remaking America. (Applause.)

For everywhere we look, there is work to be done. The state of our economy calls for action, bold and swift. And we will act, not only to create new jobs, but to lay a new foundation for growth. We will build the roads and bridges, the electric grids and digital lines that feed our commerce and bind us together. We'll restore science to its rightful place, and wield technology's wonders to raise health care's quality and lower its cost. We will harness the sun and the winds and the soil to fuel our cars and run our factories. And we will transform our schools and colleges and universities to meet the demands of a new age. All this we can do. All this we will do.

Now, there are some who question the scale of our ambitions, who suggest that our system cannot tolerate too many big plans. Their memories are short, for they have forgotten what this country has already done, what free men and women can achieve when imagination is joined to common purpose, and necessity to courage. What the cynics fail to understand is that the ground has shifted beneath them, that the stale political arguments that have consumed us for so long no longer apply.

The question we ask today is not whether our government is too big or too small, but whether it works -- whether it helps families find jobs at a decent wage, care they can afford, a retirement that is dignified. Where the answer is yes, we intend to move forward. Where the answer is no, programs will end. And those of us who manage the public's dollars will be held to account, to spend wisely, reform bad habits, and do our business in the light of day, because only then can we restore the vital trust between a people and their government.

Nor is the question before us whether the market is a force for good or ill. Its power to generate wealth and expand freedom is unmatched. But this crisis has reminded us that without a watchful eye, the market can spin out of control. The nation cannot prosper long when it favors only the prosperous. The success of our economy has always depended not just on the size of our gross domestic product, but on the reach of our prosperity, on the ability to extend opportunity to every willing heart -- not out of charity, but because it is the surest route to our common good. (Applause.)

As for our common defense, we reject as false the choice between our safety and our ideals. Our Founding Fathers -- (applause) -- our Founding Fathers, faced with perils that we can scarcely imagine, drafted a charter to assure the rule of law and the rights of man -- a charter expanded by the blood of generations. Those ideals still light the world, and we will not give them up for expedience sake. (Applause.)

And so, to all the other peoples and governments who are watching today, from the grandest capitals to the small village where my father was born, know that America is a friend of each nation, and every man, woman and child who seeks a future of peace and dignity. And we are ready to lead once more. (Applause.)

Recall that earlier generations faced down fascism and communism not just with missiles and tanks, but with the sturdy alliances and enduring convictions. They understood that our power alone cannot protect us, nor does it entitle us to do as we please. Instead they knew that our power grows through its prudent use; our security emanates from the justness of our cause, the force of our example, the tempering qualities of humility and restraint.

We are the keepers of this legacy. Guided by these principles once more we can meet those new threats that demand even greater effort, even greater cooperation and understanding between nations. We will begin to responsibly leave Iraq to its people and forge a hard-earned peace in Afghanistan. With old friends and former foes, we'll work tirelessly to lessen the nuclear threat, and roll back the specter of a warming planet.

We will not apologize for our way of life, nor will we waver in its defense. And for those who seek to advance their aims by inducing terror and slaughtering innocents, we say to you now that our spirit is stronger and cannot be broken -- you cannot outlast us, and we will defeat you. (Applause.)

For we know that our patchwork heritage is a strength, not a weakness. We are a nation of Christians and Muslims, Jews and Hindus, and non-believers. We are shaped by every language and culture, drawn from every end of this Earth; and because we have tasted the bitter swill of civil war and segregation, and emerged from that dark chapter stronger and more united, we cannot help but believe that the old hatreds shall someday pass; that the lines of tribe shall soon dissolve; that as the world grows smaller, our common humanity shall reveal itself; and that America must play its role in ushering in a new era of peace.

To the Muslim world, we seek a new way forward, based on mutual interest and mutual respect. To those leaders around the globe who seek to sow conflict, or blame their society's ills on the West, know that your people will judge you on what you can build, not what you destroy. (Applause.)

To those who cling to power through corruption and deceit and the silencing of dissent, know that you are on the wrong side of history, but that we will extend a hand if you are willing to unclench your fist. (Applause.)

To the people of poor nations, we pledge to work alongside you to make your farms flourish and let clean waters flow; to nourish starved bodies and feed hungry minds. And to those nations like ours that enjoy relative plenty, we say we can no longer afford indifference to the suffering outside our borders, nor can we consume the world's resources without regard to effect. For the world has changed, and we must change with it.

As we consider the role that unfolds before us, we remember with humble gratitude those brave Americans who at this very hour patrol far-off deserts and distant mountains. They have something to tell us, just as the fallen heroes who lie in Arlington whisper through the ages.

We honor them not only because they are the guardians of our liberty, but because they embody the spirit of service -- a willingness to find meaning in something greater than themselves.

And yet at this moment, a moment that will define a generation, it is precisely this spirit that must inhabit us all. For as much as government can do, and must do, it is ultimately the faith and determination of the American people upon which this nation relies. It is the kindness to take in a stranger when the levees break, the selflessness of workers who would rather cut their hours than see a friend lose their job which sees us through our darkest hours. It is the firefighter's courage to storm a stairway filled with smoke, but also a parent's willingness to nurture a child that finally decides our fate.

Our challenges may be new. The instruments with which we meet them may be new. But those values upon which our success depends -- honesty and hard work, courage and fair play, tolerance and curiosity, loyalty and patriotism -- these things are old. These things are true. They have been the quiet force of progress throughout our history.

What is demanded, then, is a return to these truths. What is required of us now is a new era of responsibility -- a recognition on the part of every American that we have duties to ourselves, our nation and the world; duties that we do not grudgingly accept, but rather seize gladly, firm in the knowledge that there is nothing so satisfying to the spirit, so defining of our character than giving our all to a difficult task.

This is the price and the promise of citizenship. This is the source of our confidence -- the knowledge that God calls on us to shape an uncertain destiny. This is the meaning of our liberty and our creed, why men and women and children of every race and every faith can join in celebration across this magnificent mall; and why a man whose father less than 60 years ago might not have been served in a local restaurant can now stand before you to take a most sacred oath. (Applause.)

So let us mark this day with remembrance of who we are and how far we have traveled. In the year of America's birth, in the coldest of months, a small band of patriots huddled by dying campfires on the shores of an icy river. The capital was abandoned. The enemy was advancing. The snow was stained with blood. At the moment when the outcome of our revolution was most in doubt, the father of our nation ordered these words to be read to the people:

"Let it be told to the future world...that in the depth of winter, when nothing but hope and virtue could survive... that the city and the country, alarmed at one common danger, came forth to meet [it]."

America: In the face of our common dangers, in this winter of our hardship, let us remember these timeless words. With hope and virtue, let us brave once more the icy currents, and endure what storms may come. Let it be said by our children's children that when we were tested we refused to let this journey end, that we did not turn back nor did we falter; and with eyes fixed on the horizon and God's grace upon us, we carried forth that great gift of freedom and delivered it safely to future generations.

Thank you. God bless you. And God bless the United States of America. (Applause.)